21. yüzyıl dünyasında tartışması alevlenen en önemli şeylerden birinin geleneksel kavramı olduğunu söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Özellikle Z kuşağı diye tabir edilen neslin bu kavramla ilişkisi oldukça zayıftır. Hal böyleyken bu kavramın eğitim içinde de sorgulanması son derece doğal. Eğitim yöntemlerini belirleyen öğretmenler ne kadar çabuk bu kavramın dışındaki hayata uyum sağlarsa, kendilerinden bir kuşak sonrası ile bağ kurmaları o kadar kolaylaşacaktır. Peki eğitimde geleneksel yöntem derken kastedilen şey nedir?
Eğitimde geleneksel yöntem en basit tanımıyla öğretmenin merkezde olduğu, öğrencinin ise pasif bir öğrenici konumunda olduğu yöntemdir. Tahtanın önüne dikilip sözlü ve yazılı anlatımla bir şeyler öğretmeye çalışan öğretmen figürü gözünüzün önüne gelebilir. Şimdi bunu unutmanızı istemek elbette ütopik değil. Eğitim hayatımızın bir parçası olmaya da elbette devam edecek. Bazı durumlarda bunun zorunlu olduğunu kabul etmenin bizi yenilikçi öğretmen statüsünden çıkaracağını zannetmiyorum. Asıl değinmek istediğim konu ise şu; yeni nesil, öznesi olmadığı şeyleri kabul etmek istemiyor artık. Çünkü internet çağı herkese kendini önemli hissettirdi. En azından bir süreliğine. Hedef kitlemiz olan Z kuşağı da bu önemli hissetme kavramından en çok nasibini alan kesim. Öğrenme süreçleri de artık buna göre işliyor. En azından bunun denendiğini biliyoruz. Öğretmenin özne konumundan çıkıp, bu konumun öğrenciye tahsis edilmesi öğrencinin eğitime daha fazla yerleştirilmesi demek. Öğrenci pasif durumunu aktif hale getirdi. Bunun tarihçesinden bahsedecek değilim ancak şunu bilmemiz gerekiyor. Öğrenci merkezli eğitim yirminci yüzyılda dillendirilmeye başlandı. Aradan yüz yıldan fazla geçti. Artık daha ciddi ele almamız ve uygulamaya koymamız gerekiyor.
Öğrenci merkezli eğitimde öğretmen yalnızca lider ve kaba tabirle derleyen toparlayan pozisyonundayken, öğrenci şifrelerle sunulan bilgiyi ortaya çıkaracak olan bulucudur. Bu eğitim yönteminin en önemli yardımcılarından birisi de hiç şüphesiz yaratıcı dramadır. Bu teknik ile öğrenci ezberleyerek değil yaparak yaşayarak öğrenir.
Drama; insanın kendini başkalarının yerine koyarak çok yönlü gelişmesi, bireyin eğitim ve öğretimde aktif rol alması, kendini ifade edebilmesi, araştırma, istek ve arzusunun artması, yaratıcı olması, yaşamı çok yönlü algılaması, bireyin eğitim ve öğrenme isteğinin artmasını sağlayan eğitim yöntemidir. Drama ‘yaparak-yaşayarak öğrenme’ bakımından en etkili eğitim yöntemlerinden biridir. Ezbere dayalı bir eğitim çocuğun zihinsel gelişimini, araştırmasını, paylaşmayı öğrenmesini engeller. Burada öğrenciyi eğitimin içine çeken en önemli durum öğrenmenin ana öznesinin öğrenci olmasıdır. Ona açılan yaşam alanı kendini bulmasına fırsat tanır, hata yapmasına imkan verir. Biliyoruz ki hata yapmış olmak için denemek şarttır.
Motivasyon cümlelerinin klişe mottosu hata yapmaktan korkmamaktır. Bu sayede öğrenci kendini sistemin içinde bulur. Yazılan, ezberlenen, zamanı geldiğinde kullanıp sonra unutulan bilgilerden oluşan süreç onu ileri götüremez. Yaratıcı drama görmeyi öğreten bir süreç olduğu için öğrencilerin kendilerini ve insanları tanımada, iletişim ve işbirliğini öğrenmede, empati, yaratıcılık ve sorunlara çözüm bulma becerilerinin gelişmesinde onlara yardımcı olmaktadır.
Drama şüphesiz ki eğitim sürecini eğlenceli hale getirir. Bu eğlence oyun demek değildir. Dramayı derslere entegre edip oyunlaştırmak başka bir şey, yalnızca oyun oynamak başka bir şeydir. Bunun en önemli kanıtı ise; dramada kesinlikle gidilmesi gereken belli bir hedef ve amaç vardır. Bu da öğrenme sürecimizdir. En basitinden ezbere dayalı olarak verilmesi gereken bir kavramın yaşantıya dönüşüp öğrencinin bulmasını hedefler. Oyunlarda ise çoğu zaman bağlanacak bir amaç olmayabilir.
Son olarak dramanın öğrencide bıraktığı etkilerden söz etmek isterim. Öğrenci kendini tanır, yeni şeyler ortaya çıkarır, düşünme becerilerini geliştirir. Bence en önemli etkisi, öğrencilerin eğitim süreci içinde eğlenmesidir. Eğlenceden kasıt iyi vakit geçirmesi, alması gereken bilgiyi istekle ve özveriyle kabullenmesidir. Aksi halde bilgiyle dolu mutsuz bireylere çarparız durmadan. Mutsuz bireyler yaptıkları en basit şeyden bile keyif almaz ve bir süre sonra yapmamaya başlar. Mutsuzlukla hiçbir şey yapmak istememe dengesinin adını en güzel Bukowski koymuştur;
“Üşengeç değilsin, sadece mutsuzsun. Ve mutsuz insanlar yorgun olur, hiçbir şey yapmak istemezler.”
Ramazan Teker