Bu yola ilk adımımı attığımda yolculuğun bu kadar yorucu olacağını bilmiyordum. Öğretmenlik sonuçta, ne kadar zor olabilirdi ki? Temiz meslekti, çalışma saatleri uygundu, tatili vardı, maaşı iyiydi… Dıştan bakılınca böyle kolay görünen mesleğin gerçek yüzüyle tanıştığımda artık geri dönüş yoktu, öğretmenliğimin ilk senesindeydim.
Öğretmenlik sınıfa girmeden, çocuklarla göz göze gelmeden öğrenilebilecek bir şey değilmiş. Bu yüzden üniversitede aldığımız, uygulamaya geçmeden sadece sözde kalan eğitimlerin çoğu işime yaramadı. “Şimdi üniversitede gördüklerini unutup, yeni bir yol çizeceksin.” derdi okuldaki öğretmenlerimiz, ne demek istediklerini zamanla daha iyi anladım. Her öğretmenin kendine çizdiği bir yol, takip ettiği belli yöntemler vardı. Biz de kendi yolumuzu çizecektik ama nasıl? Çevremdeki herkes sanki yıllardır bu işin içindeymiş gibi tavsiye vermeye başladı. “Aman öğrencilere yüz verme.”, “Aman velilere şöyle deme.”, “Aman şunu yapma, aman böyle yap.” Benimle beraber o sınıfa girmeyen, çocukların gözlerine bakmayan kimse ne yaşadığımı, ne yapmam gerektiğini anlayamazdı. Ben bunu anlatamadım bir türlü insanlara.
İlk senemde dersine girdiğim sınıflar genel itibariyle 10-12 yaş civarıydı, küçük bir yaş grubuydu. Ben de tutumumu buna göre belirlemeye karar verdim. Bu yaş grubu için okulda bir öğretmenden fazlası olduğumu hissettim. Yeri gelince çocuğun okuldaki anne babası siz oluyorsunuz. Bir derdi oluyor yanınıza geliyor, kavga ediyor yanınıza geliyor, şikâyeti oluyor yanınıza geliyor, düşüyor yanınıza geliyor, ağlıyor yanınıza geliyor, mutlu oluyor yine yanınıza geliyor… Çocuklarla ders içinde kurduğunuz iletişimden ziyade, ders dışında kurduğunuz bu ilişki yoruyor sizi. İlişkilerde denge kurulduktan sonra işimiz biraz kolay olabilir diye düşünüyorum; ancak o dengeyi kurmak da biraz zaman alacak gibi. “Ders dışındaki bu ilişkiye gerek var mı? Öğretmenin görevi vaktinde dersine girip, güzelce dersini anlatıp çıkmak değil mi? Yani ders içindeki ilişki değil mi asıl sorumluluk?” soruları gelebiliyor akla. Bu konuyu biraz irdelemek isterim. Dersine girdiğimiz her sınıfta en az otuz öğrencimiz var. Derse başladığımız anda hepsi birden derse mi odaklanıyor dersiniz? Şu ana kadar böyle bir tabloya şahit olamadım maalesef… Karşınızda otuz farklı çocuk, otuz farklı yaşam, otuz farklı dünya var. Yeri geliyor bizler bile yaşadıklarımızı kapının arkasında bırakıp sınıfa giremezken çocuklardan bunu bekleyemeyiz değil mi? Çocuğun hastalığı, sıkıntısı, derdi, tasası, kavgası, şikâyetleri, kısacası o an sahip olduğu ruh hali ister istemez dersteki halini etkiliyor. Çocuklar kafalarının içindeki küçük dünyalarında çeşitli dertlerle uğraşırken siz nasıl bir yöntemle, ne dersi anlatabilirsiniz, ne katabilirsiniz çocuğa? Çocuğun aklına birtakım bilgiler sokmaya çalışmanın yanı sıra, ruhuna dokunmak daha ön plana çıkıyor böyle durumlarda. Maalesef, ‘’Çocuğun ruh hali beni ilgilendirmez, dersimi anlatır çıkarım, ders dışında pek yüz vermem, kafam da rahat olur’’ diye düşünen öğretmenlerimiz de oluyor; ancak bana soracak olursanız yarasını saramadığımız her bir çocuk için ne kafam rahat, ne de vicdanım…
Uzun lafın kısası, dokunmaya çalıştığımız, gözlerine baktığımız yüzlerce öğrencimiz var. Her birinin hayatlarına, dertlerine, şikâyetlerine, üzüntülerine, korkularına, mutluluklarına eşlik ediyoruz. Kafalarındaki dünyada bize ayırdıkları yer, dersini anlatıp arkasına bakmadan giden bir öğretmen figürüyle doldurulamayacak kadar büyük. Bizim de kafamızda onlara ayırdığımız yer çok farklı. Ders saati bitince çıkmıyorlar aklımızdan. Tatil olup da okul bitince çıkmıyorlar aklımızdan. Yaşadıkları da, kendileri de aylarca, yıllarca çıkmıyor aklımızdan.
Aklımdan çıkmayan bir anımı yaşayalı çok olmadı. Yaşanmasın diye çabaladığım bir tablo, beklenmedik anda kazındı aklıma. Bazı çocukların ailesel sıkıntıları olduğunu bildiğim için derslerde elimden geldiğince aileler hakkında konuşmuyor, çocuklar konuşurlarsa da konuyu uzatmamaya çalışıyordum. Çocuklardan birisinin gülerek anlattığı anne babası, diğer çocuğun yarasını acıtabilir diye düşünüyordum. Öyle de oldu… Nasıl açıldığını hatırlamadığım bir aile muhabbeti açıldı derste. Gülerek ailesine dair birçok şey anlatan öğrencimin “Öğretmenim biz geçen yıl annem ve babamla beraber eve yeni bir eşya almıştık.” diyerek söze başladığını hatırlıyorum. Alışık olduğum konuşmalardan farklıydı bu sefer durum. “Bir çocuğun anne ve babasıyla beraber yaptığı şeyleri anlatması gayet doğal değil mi, farklı olan şey ne?” diye sorabilirsiniz bana. O çocuğun anne babasının ayrı olduğunu ve çocuğun babasını uzun zamandır görmediğini bilen bir öğretmen için oldukça farklıydı durum. Arkadaşlarına ve durumundan haberi yok sandığı öğretmenine mutlu aile yalanını anlatıyordu öğrencim. Acımasından korktuğum yaralardan birisi konuşuyordu bu sefer. Gerçekleri anlatan çocukların konuşmalarına gülüp geçmeyi öğrenmiştim ama bu seferki yalan mutluluğu nasıl geçecektim? Çocukların mutluluklarına eşlik ettiğimiz gibi, yalan mutluluklarına da eşlik edecektik. Tahmin edersiniz ki bu süreç hiç de kolay olmadı…
Geçenlerde yaşça büyük bir büyüğüme okulda yaşadıklarımı, yorulduğumu anlattım biraz. “Zorlanıyorsan bırak kızım.” dedi bana. Yazının başlarında da demiştim ya, bizimle beraber sınıfa girmeyip, çocukların gözlerine bakmayan kimse anlamayacak yaşadığımızı. Dıştan kolay görünen bu mesleğin tüm yükünü bir ömür severek taşıyacağız…
Yazan: Fatmanur Bozyokuş
Matematik Öğretmeni